26 Ekim 2018 Cuma

Cappadocia Ultra Trail serüveni ve "ultracılar yürüyo yae"





Yarış raporu… Özellike ultracılar diye tabir ettiğimiz trail koşucularının önem verdiği bir faaliyet. Özellikle o parkura dair bilgi edinmek istiyorsanız, inişli çıkışlı ve çok değişkenli bir topyekûn mücadele demek olan ultra maratonun hem organizasyon ayağı hem parkur ayağı olmak üzere bir çok özelliğine vakıf olmak istiyorsanız yapacağınız ilk şey farklı sporcuların o organizasyona, yarışa dair yazdıkları yarış raporlarını okumak olur, olmalı. Zira en sağlıklı bilgi o parkuru koşmuş kişilerden alınır.
Benim bu sitede benzer yazılarım mevcut, iki kez maraton koşmuş bir yol koşucusu olarak katıldığım organizasyonlara dair kalem oynatmayı seven biriyim. Çenem düşük az biraz, onun da etkisi var bunda tabi J
Velhasıl ancak uzun zamandır bir yazı yazmıyordum, çünkü kendimi de tekrara düşürmek istemiyordum açıkçası. Fakat bu hafta sonu katıldığım Salomon Cappadiocia Ultra Trail organizasyonu ayrı bir yazıyı hak eden, ayrı bir “festival”di. Evet festival diyorum, buna organizasyon dersek hakkını yemiş oluruz.
Yaklaşık 4 senedir kendi çapında koşan, bu süreçte 4 saat altı maraton koşma gailesi ile iki kez bunu deneyen ancak 4.06.31 süresinin altına inememiş ağır vasıta bir yol koşucusu olarak hep bir yurt dışında, meşhur bir maratona ya da yarı maratona katılma fikriyle dolup taşıyordum. Berlin’de koşanlar, Boston Maratonu kurası çıkanlar, Londra, Tokyo, Köln… Bakıp dururdum hep. Yüzlerce elit atlet, binlerce koşucunun bir araya geldiği, o şehri, kasabayı bir koşu festival alanına döndüren, profesyonel, eksiksiz organizasyonlardı hepsi benim gözümde ve bir gün mutlaka birine katılacağım diyordum. Ve gel zaman git zaman yokuş antrenmanı için çıktığımız R.E.D. Runners kaptanlarından Hüseyin Keleş’in mtb ile dolaşarak bulduğu Yamanlar Eşek Çukuru 10,5k’lık 350 elevli parkurda yaptığımız koşulardan fazlasıyla keyif almam, gözümü ultra dediğimiz ve bir çok yol koşucusunun “ultracılar yürüyo yae” diye ağız burun kıvırdığı trail yarışlarına diktim.
Efes Ultra 12k ile “patika koşusu, dağ koşusu ne menem bir şeymiş bakayım” diyerek bu alana dair ufak bir adım attım. Gülmeyin, tüm basamaklar ilk adımla çıkılmaya başlar J
Velhasıl sonra başta Aykut Çelikbaş, Yücel Kalem gibi çevremde temasım, sohbetim olan, sosyal medya kanalıyla da olsa iletişime açık, bilgilerini paylaşmaktan beis duymayan ultracılarla bu işin inceliklerine dair bilgiler edinmeye çalıştım.
İşte Salomon Cappadocia Ultra Trail o zamanlar radarıma girdi. Ancak Kayseri’ye ulaşım, yarışın Cumartesi oluşu, çalışan insanlar için zorluk yaratıyordu ve bir türlü koşu takvimim içine alamadım burayı. Ve nihayet bu sene 2018 yılında maraton koşmak yerine 38k parkurunda kendimi test etmeye karar verdim.

Tabi hemen belirteyim, hazırlanamadım. Hafta sonları Eşek Çukuru’nda uzunlarımı, yokuş antrenmanlarımı yaptım evet, bir tane de hafta içi koşu yapabildim hepsi bu.
Bakın yeri gelmişken hemen söyleyeyim, ultrada farklı parkurlar farklı mesafeler olduğu için ve bu mesafeler çok yüksek olduğu için (60k 119k vb) short dedikleri, kısa denen parkur sizin de kulağınıza kısa, basit, kolaymış gibi geliyor. Zurna burada zırtlıyor, haberin olsun yolcu arkadaşım.
Zira 38k 1100 elev bir patika parkuru, bir maratondan daha zor bir mesafeye eşdeğerken, teyzeler amcalar 60k, etine butuna dolgun kardeşler, abiler 119k koşarken 38k size nohut çekirdek gibi geliyor, aman dişi bırakmayın.
Bu düşünceler ve haleti ruhiye ile cappadocia ultra trail’in sayfasında buldum kendimi ve kaydımı yaptırdım. Feragatname tamam, doktor raporu okey, oteller, onu da seçtik, ne kaldı havaalanı transferi. Evet başta belirttiğim ve imrendiğim organizasyonların bir benzeri olduğunu fark etmeme neden olan anlardan biridir bu aslında havaalanı transferi. Ücretsiz olarak sizi 70 km mesafeden alıp otelinize bırakıyorlar, “koştun bitti hadi ne yaparsan yap” demeden, hangi saatte uçağınız olduğuna bakmadan sizi havaalanına da götürüyorlar. Neyse hepsini tamamladıktan sonra takımımızın kralı Ali, Tunç, Nevzat, Evren, Martin ile 38k’ya, Ayşegül ise 66k’ya kayıtlı olarak Ürgüp’ün yolunu tuttuk. Kayseri havaalanında bizi bekleyen organizasyon görevlisi ile otelimize servisimiz tamamlandı ve kendinizi Mo Farah kadar önemli hissetmesek de hafiften bir elit atlet kadar koltuklarımız kabardı.
Görmemişiz böyle ilgi efenim.
Ertesi gün sabah kahvaltımızdan sonra fuar alanına gittik. Özellikle fuar alanı ile kayıt ve kit dağıtım alanının ayrı yerlerde konuşlandırılmış olması çok yerinde olmuş, hem gereksiz bir kalabalık olmuyor hem de ilçenin her köşesinden bir koşucunun çıkıyor oluşu Ürgüp’ü o hafta sonu koşunun başkentine çeviriyordu.
Kitlerimizi almak için Turgut Özal Kültür Merkezi’ne turist gibi gidince insanların niye tam tekmil 10 dakika sonra start alacaklarmış gibi giyindiklerini anladık. Kitleri teslim etmek için zorunlu malzemeler ve ayakkabılarını görmek istiyorlarmış. Bu yeni bilgi Kiev deplasmanında gol yiyen Beşiktaş gibi otele geri dönmemize vesile oldu.
Bizler de giyindik efendim.
Kitlerimizi alıp fuar alanına geri döndük. Markaların standları ve yüzde 20 30 bandında indirimli fiyatları bile bir pabuça 600 700 lira vermeyi gerektirdiğinden bu stantlardan uzak durmayı tercih ettim. Ne de olsa ayağımda Speedcross 4 vardı.
Speedcross 4 ve bu parkur için ayakkabı seçimine ayrıca değineceğim.
Vehlasıl, fuarı gezip İzmir’den gelen diğer takımlarla selamlaştıktan sonra kendisiyle internet üzerinden söyleşi yapmış biri olarak son derece sıcak ve mütevazi bir adam olan Aykut Çelikbaş ile yüz yüze de tanıştım. Bir de yazmış olduğu Ultra Kitap’ı imzalattım. Tabi bu ultra efsanesi ile fotoğraf da çekilmeyi ihmal etmedim.

Bu fotoğraftaki göbek konusuna hiç girmeyelim, üzerim. Bakın geçin. J

Günü gezerek bitirdikten sonra sabahki koşuya dinç olmak adına erken erken odalarımıza çekildik. Sabah 10’da startın verilecek olmasından mı, bize rahat rahat mükellef bir kahvaltı imkanı tanıyor olmasından mı bilmem çok keyifle, huzurla uykuya daldım. Sabah kalkıp kahvaltıda Tunç ile buluştuk, otelde Ankara’dan Bekir hoca ile karşılaşıp parkur hakkında biraz sohbet ettik. 25 den sonra dikkat edin demesine pek bir anlam veremedik o ara, zira bize göre yarış 15. km’lerinde kadar tırmanışla geçiyordu, sonra uzun bir iniş ve sonra in çıklarla devam ediyordu. Yani 25’i gördük mü iş bitti diye düşündü bu satırların sahibi saf.
Zira 1.90 boy 93 kilo olarak yokuş aşağı freni patlamış bir kamyon gibi inebilen benim yüzeye temas eden ayaklarımın 48,5 olması sebebiyle pek öyle düşme olayım da olmazdı. O sebeple tırmanış bittiyse yarışın 3 de ikisi, zorlu bölümü bitmiştir benim için her zaman. Bu düşüncelerle start noktasına giderken öncesinde kahve içmek için bir mekana girdik. Sırtımda 1.5 litre su torbası, yanlarda yarımşar litreden 1 lt su mataraları ile daha çok 120k’cı gibi göründüğüm için olsa gerek (onlar yaklaşık 2 saat önce start almışlardı), bir tecrübeli elemanın “bunlar ne hacı” sorusu, gün içinde yaşayacaklarımın ve parkura ve trail işine ne kadar uzak olduğumun sinyalleriydi desem sanıyorum abartmamış olurdum.
Su dedim adama, “arkada ne kadar var” diye sordu, soruşundan fazla bulduğunu anladığım için yalan söyledim, 1 litre dedim. “Naptın sen ya, istasyon diye bir şey var, niye taşıyorsun bunları, zaten irisin, istasyondan dolduracaksın, buradan taşımayacaksın” dedi bana. O sakallı, biraz artiz kardeşin önerisiyle ceplerdeki 1 litreyi omuzlarımda taşıyacağıma midemde taşıma gibi bir yorumlama ile yarım saat içinde 1 litre suyu gövdeye indirdim.

Artık hafiflediğime göre düzlerde maraton hedefim olan 5.40 ortalama pace ile gider, inişlerde sakatlanmamak adıma en fazla 5 pace ile devam eder, tırmanışlarda ise işte 9 pace gibi bir hıza düşerim diye plan yaptım. Gülmeyin demiş miydim? Tabi çok dik yerlerde de asgari düzeyde de yürüme planım var ama bunu çok dillendirmiyorum, zira “ultracılar yürüyo yae” ekolünden gelen bir zatı muhteremim.
Bu düşüncelerle startı verdik ve yaşayacağım en uzun, en zorlu, en yıpratıcı koşu deneyimim başlamış oldu.


Öncelikle şunu belirteyim işaretlemelerden endişe ediyordum, bir kez bile tereddüte düşmedim. Bunda en kalabalık etabı koşuyor olmam, gündüz gözüyle yol alıyor olmamın da büyük payı var evet ama her dönemeçte her çatalda işaretler var mı diye özellikle bakarak, görerek yol aldım. Bu anlamda parkur işaretçi gönüllülere özellikle selam ederim.
Bu şekilde başladık koşmaya ama direk yokuşla başladığımız için çok da kasmadan devam ettim. İbrahim paşa birinci CP noktasına geldiğimde, burada bir parantez açayım, yamanlar eşek çukuru 300 elevli, içinde 1 km ayrın rampası dediğimiz sağlam bir tırmanışı olan, inişli çıkışlı bir parkuru, kendimizin oluşturduğu iki istasyon ile 3 kez dönerek 31 km’yi 3 saat 23 dakikada tamamlamıştım. Bu sebeple Cappadocia’da son 7km’yi 7 pace gitsem bile aşağı yukarı 4 saat 11 dakika civarı bir perfomansla tamamlayabilirim diye kabaca bir matematik yaptım. Hadi yarış ortamı, parkur değişik falan 4.30 benim için ideal bir hedef olmuştu.
İbrahim paşa istasyonuna geldiğimde bu hedefim hala yerinde duruyordu, sadece biraz daha hızlanmam gerekti. Yokuşlar başlamıştı nasıl olacaktı o bilmiyordum ama durum buydu. İstasyonda kola içtim, tuvalet ihtiyacımı giderdim, biraz da tuzlu kraker yiyip fazla oyalanmadan yola koyuldum. Ancak istasyondan çıkar çıkmaz göğüs kafesimin sağ yanına bir ağrı girdi. Bu esnada max nabzı 180 olan 43 yaşında biri olarak 160 nabız ortalama ile koşmaya özen gösteriyor, inişlerde de çıkışlarda da 160 170 nabız aralığını muhafaza ederek koşuyordum. Bu ağrı biraz beni ürkütünce nabzı düşürmeye karar verdim ve yürümeye başladım. Nabız 140 lara inince ağrı da geçince tekrar koşmaya başladım ama bu bana yürü koş yaptığım, ancak koşarak geçmem gereken 2 3 km kaybettirdi. Bu şekilde tırmanışlara devam edip 15 sonrası başlayan meşhur inişlere, vadilere dalışlara geldi sıra. İnişi iyi olan, bacak boyu uzun bir koşucu olarak önündekini geçmenin zor olduğu yerlerde seri bir spor otomobil gibi önümdekinin arkasına iyice yanaşıyor, rüzgar koridoruna giriyor, ilk gördüğüm açıklık, boşlukta önümdekini ekarte ediyordum.

Öyle ki V şeklinde yarıkların içinde koşarken zemine anca bir ayağın sığacağı kadar dar duvarlar arasında giderken sol duvardan sağ duvara zıplayarak önümdekileri çapraz geçişlerle, makas atarak elemine ediyordum.
Her şey güzeldi de bu zemini takip etme, basacak yeri belirleme, o sıra önümde bitiveren ağaçların dallarından eğilmeler, vadi inişlerindeki merdivenler, 1.90 boyunda biri olarak tamamen eğilsem bile geçmekte zorlandığım yerden nerdeyse en fazla 1 metre yüksekliğindeki mağara tünellerden geçerek iniyor ve düzlüklerde koşuyor olmak benim siniri bozmaya başlamış, tempomu bozmuş, mental olarak beni sarsmış vaziyetteydi.
Bu esnada istediğim tempoyu ama trafikten, ama zeminin oynaklığı nedeniyle tutturamamam ve dilediğim gibi koşamadığım için hedef süremin şaşıyor olması asabımı bozmaya başlamıştı. Evet eşek çukurunda koşmuştuk, hazırlanmıştık ama orası stabil toprak yoldu, burada ise yol namına bir şeyi bırakın, zemin yoktu.


Bu şekilde ikinci CP’ye geldiğimde yine yaptığım gibi tuzlu krakere, kolaya, sodaya ve helvaya saldırdım. Zira hem acıkıyordum hem enerjim kalmamıştı. Burada da fazla oyalanmadan ve asla oturmadan yola koyuldum ama artık koşmak istemiyordum. Kafa olarak 4.30’luk hedefin kaçtığının bilinci beni bozuyordu. 5 saat hedefi ile yola devam ettim. Ama artık o yokuş demektense duvar dediğim yerleri görünce söylenmemin yerini küfürler almaya başladı. Neymiş efendim ultracılar yürüyo yaee, evet ne ilginç ultracılar yürüyor ama ben yürüyemiyordum. Evet yürüyerek çıkmam gereken, bunu yaparken ellerimi de kullanabileceğim diklikte yerleri tırmanırken nabzımın 170’leri vurması nedeniyle arkamdan gelen “yürüyen ultracı”yı engellememek için kenarı geçip bekliyordum. Bu esnada saati durdurmaya başladım. Total zamanı zaten yarış saati tutuyordu, ben en azından aktif hareket ettiğim yerleri kayıt altına almak istiyordum. Bu sebeple CP’lerdeki molalarımda da saatimi durdurmuştum. Bu şekilde 60k ekibinin bizim parkura dahil olduğu bölümlerde 60k ekibi ile konuşma sohbet etme imkanım oldu. Benim önümde 10k, onların önünde ise aşağı yukarı 20k mesafe vardı. 28. km’de, Akdağ eteği sanırım, dur kalk’lı yürüyüş sonunda 30.90 da o tırmanma etabını tamamladım ve saati durdurup kayanın üzerinde vadiyi seyre daldım.
Madem hedefler kaçtı, 5 saat de yalan oldu, o zaman önemli olan sağlık ve keyif deyip manzaraya verdim kendimi. Japon turistlere el bile sallıyordum, o derece rahat.
Burada geçirdiğim 3, 4 dakika sonra takım arkadaşlarım Nevzat ve Evren geldiler. Ali ile Tunç zaten startta kopup gitmişlerdi. Haydi dediler, kalktım onlarla beraber sohbet ede ede koşmaya başladık. O sıra saatim 30.90 km’de, ortamala pace ise 8.08 gösteriyordu. Önümde alışık olduğum düz bir iniş görünüyordu.
5.40 5.50’lik bir ritim ile önlü arkalı iniyorken bu temponun 8.08’lik o anki total ortalama tempoya katkısını düşünüyor, 7.50 olursa ne güzel olur diye yüzümde gevrek gevrek gülümseme ile tekrar yarış havasına girmiş hissediyordum kendimi. Bu şekilde 2.5k koştuktan sonra saate baktığımda gördüğüm 8.08 bana o kaya üzerinde saati durduğumu ama bir daha çalıştırmadığımı hatırlattı J
O Usain Bolt gibi uzun bacaklarımı yaylandıra yaylandıra, uzun uzun, aça aça yaptığım 5.40’lık iniş saatime bir oya gibi işlenecekken, sadece yarışma saatinde bir ayrıntı olarak kalacaktı. Bunun demorilazasyonu ile 35. km’de Nevzat ile Evren’i bir yokuş başında uğurladım. Koşmayı bırakın yürümek bile zul geliyordu artık.
Bu şekilde yürüyerek koşarak finişe doğru yaklaştım. Arnavut taş yollara girince biraz da finişe gelmiş olmanın şevki ile koşmaya başladım ve finiş takına doğru açtım pergellerimi. Ali gelmiş, Tunç kenarıya yerleşmiş beni bekliyorlardı. Ali kaptan ile çak yapıp bu güzel anı Tunç kaptan eliyle ölümsüzleştirdikten sonra 5 saat 34 dakikalık bünyemde karşılığı eziyet olan nefis parkuru tamamlamış oldum.

Sakatlanmadan bu parkuru bitirmiş olmam büyük başarı onu belirteyim. Çünkü 2018 yılı toplam koşu mesafesi 1700 km olan ve maratonu 3.49 ile koşmuş, benden 10 yaş genç Tunç 4.34 ile 38k’yı tamamlarken, 2018 yılı 600 km toplam koşu mesafeli 43 yaşında biri olarak 5 saat 34 dakikalık performansıma şükretmem gerektiğini sonradan idrak ettim. Çünkü hazırlanmamıştım, çünkü hazır değildim, çünkü antrenman yapmamıştım ve bilmediğim bir alanda bilmediğim bir coğrafyada bilmediğim bir tarz olan patika koşusu yaptım. Bu şartlar altında 5 saat 34 dakikayı düşününce ne kaa ekmek o kaa köfte’nin canlı timsali olan koşu sporuna ve kendime haksızlık yapmamak en doğrusu diye düşündüm.
Sadece seneye hesabı görülmek üzere Aykut Çelikbaş ile çektirdiğim fotoğrafta görülen o koca göbeğimden kurtulmuş, kilomu 93’den 86 ya çekmiş, ekim ayı itibari ile yıllık koşu mesafesi 1500 üzerinde çıkmış bir Alpay olarak Cappadocia ile görülecek olan bir hesap açtım. Bunu da buradan kendime ilan etmiş olayım.


Finişteki ambians, soyunma çadırları, masaj imkanı ve en önemlisi taze fasulyeli, kıymalı soslu, makarnalı kolalı finisher menüsü ile Salomon Cappadiocia Ultra Trail organizasyonu yazının başında saydığım yerlerde koşma isteğimi bir nebze törpüledi diyebilirim. Zira benzer duyguyu ve tatmini burada yaşattılar bana. Elbette ki bu organizasyonlara katılmamış biri olarak neyin kıyasını yapıyorsun hacı diyebilirsiniz, ancak kıyas yapmıyorum, demek istediğim o yarışlara katılırsam duyacağımı düşündüğüm tatmini Salomon Cappadocia Ultra Trail’de aldım. Bunun altında da Argeus’un profesyonel operasyon yeteneği ve gönüllü takımı üniversite öğrencilerinin büyük çabası bulunuyor diye düşünüyorum. Gönüllü takımına buradan tekrar selam ederim. Evet pek yarış raporuna benzemedi farkındayım. Lakin benim yarış raporum da koşum gibi işte, başlangıcı ayrı sonu ayrı J
Ha eğer 119k koşan bir tanıdığınız varsa gelmesini beklediğiniz saatte kalkın o insanları karşılayın. Organizasyona önerim de gece orda finişte de sırf işi gelen kişiyi alkışlamak olan gönüllüler bulması yönünde. 119k koşup 3-4 tane hakemin görevlinin beklediği finişe girersem oturur ağlarım ben. Böyle düşündüğümüz için gece 1’e kadar Ali, Tunç ve ben 119k koşucularını karşılayıp alkışladık. Sanırım koşmasam da doğru düzgün, gece o finiş takının hakkını verdim diye düşünüyorum. Seneye görüşmek üzere…


XAyakkabılara gelince, Speedcros 4 zemin tutuşu iyi ama yastıklaması zayıf bir ayakkabı. O sebeple Kapadokya gibi sert zeminde daha farklı bir trail ayakkabısı ile koşmak daha doğru diye dşünüyorum. SLab ya da benzerleri. Hiç kayıp düşmedim evet ama şuan ayaklarımın altı falakaya yatmış gibi…

4 yorum:

  1. Koşmuş kadar oldum kaptan, ana fikiri de aldım *ne ekersen onu biçersin " Tebrikler ��������

    YanıtlaSil
  2. Aynen öyle kaptan. Pek bir şey ekmedim bu sene, haliyle biçtigime fit olmaliyim 😊

    YanıtlaSil
  3. Koşmak koşu sırasında biriktirdiğin acıların ertesi günü patlaması; üzerinden birkaç ay, yıl geçtikten sonra bütün acıları unutup duyduğun nostaljik hazdır.
    "Carpe diem" böyle bir dilektir. Yaşadığın anda kal yaşadığın acıyı da hazzı da derinlemesine hisset. Böylece tekrar anımsayacak bir iz kalsın.
    Keyifle okudum. Tebrikler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O nostaljik haz fazlasiyla var. Carpe diem evet ama kahrolasi hedef koyma hastaligimdan hic kurtulamiyorum. Sırtta yük 😊 duygumu geçirebildiysem okuyana ne mutlu bana, selamlar yucel hocam...

      Sil