Yarış raporu… Özellike ultracılar
diye tabir ettiğimiz trail koşucularının önem verdiği bir faaliyet. Özellikle o
parkura dair bilgi edinmek istiyorsanız, inişli çıkışlı ve çok değişkenli bir topyekûn
mücadele demek olan ultra maratonun hem organizasyon ayağı hem parkur ayağı
olmak üzere bir çok özelliğine vakıf olmak istiyorsanız yapacağınız ilk şey
farklı sporcuların o organizasyona, yarışa dair yazdıkları yarış raporlarını
okumak olur, olmalı. Zira en sağlıklı bilgi o parkuru koşmuş kişilerden alınır.
Benim bu sitede benzer yazılarım
mevcut, iki kez maraton koşmuş bir yol koşucusu olarak katıldığım
organizasyonlara dair kalem oynatmayı seven biriyim. Çenem düşük az biraz, onun
da etkisi var bunda tabi J
Velhasıl ancak uzun zamandır bir
yazı yazmıyordum, çünkü kendimi de tekrara düşürmek istemiyordum açıkçası.
Fakat bu hafta sonu katıldığım Salomon Cappadiocia Ultra Trail organizasyonu
ayrı bir yazıyı hak eden, ayrı bir “festival”di. Evet festival diyorum, buna
organizasyon dersek hakkını yemiş oluruz.
Yaklaşık 4 senedir kendi çapında
koşan, bu süreçte 4 saat altı maraton koşma gailesi ile iki kez bunu deneyen
ancak 4.06.31 süresinin altına inememiş ağır vasıta bir yol koşucusu olarak hep
bir yurt dışında, meşhur bir maratona ya da yarı maratona katılma fikriyle
dolup taşıyordum. Berlin’de koşanlar, Boston Maratonu kurası çıkanlar, Londra,
Tokyo, Köln… Bakıp dururdum hep. Yüzlerce elit atlet, binlerce koşucunun bir
araya geldiği, o şehri, kasabayı bir koşu festival alanına döndüren,
profesyonel, eksiksiz organizasyonlardı hepsi benim gözümde ve bir gün mutlaka
birine katılacağım diyordum. Ve gel zaman git zaman yokuş antrenmanı için
çıktığımız R.E.D. Runners kaptanlarından Hüseyin Keleş’in mtb ile dolaşarak bulduğu
Yamanlar Eşek Çukuru 10,5k’lık 350 elevli parkurda yaptığımız koşulardan
fazlasıyla keyif almam, gözümü ultra dediğimiz ve bir çok yol koşucusunun
“ultracılar yürüyo yae” diye ağız burun kıvırdığı trail yarışlarına diktim.
Efes Ultra 12k ile “patika koşusu,
dağ koşusu ne menem bir şeymiş bakayım” diyerek bu alana dair ufak bir adım
attım. Gülmeyin, tüm basamaklar ilk adımla çıkılmaya başlar J
Velhasıl sonra başta Aykut
Çelikbaş, Yücel Kalem gibi çevremde temasım, sohbetim olan, sosyal medya kanalıyla
da olsa iletişime açık, bilgilerini paylaşmaktan beis duymayan ultracılarla bu
işin inceliklerine dair bilgiler edinmeye çalıştım.
İşte Salomon Cappadocia Ultra
Trail o zamanlar radarıma girdi. Ancak Kayseri’ye ulaşım, yarışın Cumartesi
oluşu, çalışan insanlar için zorluk yaratıyordu ve bir türlü koşu takvimim
içine alamadım burayı. Ve nihayet bu sene 2018 yılında maraton koşmak yerine
38k parkurunda kendimi test etmeye karar verdim.
Tabi hemen belirteyim,
hazırlanamadım. Hafta sonları Eşek Çukuru’nda uzunlarımı, yokuş antrenmanlarımı
yaptım evet, bir tane de hafta içi koşu yapabildim hepsi bu.
Bakın yeri gelmişken hemen
söyleyeyim, ultrada farklı parkurlar farklı mesafeler olduğu için ve bu
mesafeler çok yüksek olduğu için (60k 119k vb) short dedikleri, kısa denen
parkur sizin de kulağınıza kısa, basit, kolaymış gibi geliyor. Zurna burada
zırtlıyor, haberin olsun yolcu arkadaşım.
Zira 38k 1100 elev bir patika
parkuru, bir maratondan daha zor bir mesafeye eşdeğerken, teyzeler amcalar 60k,
etine butuna dolgun kardeşler, abiler 119k koşarken 38k size nohut çekirdek
gibi geliyor, aman dişi bırakmayın.
Bu düşünceler ve haleti ruhiye
ile cappadocia ultra trail’in sayfasında buldum kendimi ve kaydımı yaptırdım.
Feragatname tamam, doktor raporu okey, oteller, onu da seçtik, ne kaldı
havaalanı transferi. Evet başta belirttiğim ve imrendiğim organizasyonların bir
benzeri olduğunu fark etmeme neden olan anlardan biridir bu aslında havaalanı
transferi. Ücretsiz olarak sizi 70 km mesafeden alıp otelinize bırakıyorlar, “koştun
bitti hadi ne yaparsan yap” demeden, hangi saatte uçağınız olduğuna bakmadan
sizi havaalanına da götürüyorlar. Neyse hepsini tamamladıktan sonra takımımızın
kralı Ali, Tunç, Nevzat, Evren, Martin ile 38k’ya, Ayşegül ise 66k’ya kayıtlı olarak
Ürgüp’ün yolunu tuttuk. Kayseri havaalanında bizi bekleyen organizasyon
görevlisi ile otelimize servisimiz tamamlandı ve kendinizi Mo Farah kadar
önemli hissetmesek de hafiften bir elit atlet kadar koltuklarımız kabardı.
Görmemişiz böyle ilgi efenim.
Ertesi gün sabah kahvaltımızdan
sonra fuar alanına gittik. Özellikle fuar alanı ile kayıt ve kit dağıtım alanının
ayrı yerlerde konuşlandırılmış olması çok yerinde olmuş, hem gereksiz bir
kalabalık olmuyor hem de ilçenin her köşesinden bir koşucunun çıkıyor oluşu
Ürgüp’ü o hafta sonu koşunun başkentine çeviriyordu.
Kitlerimizi almak için Turgut
Özal Kültür Merkezi’ne turist gibi gidince insanların niye tam tekmil 10 dakika
sonra start alacaklarmış gibi giyindiklerini anladık. Kitleri teslim etmek için
zorunlu malzemeler ve ayakkabılarını görmek istiyorlarmış. Bu yeni bilgi Kiev
deplasmanında gol yiyen Beşiktaş gibi otele geri dönmemize vesile oldu.
Bizler de giyindik efendim.
Kitlerimizi alıp fuar alanına
geri döndük. Markaların standları ve yüzde 20 30 bandında indirimli fiyatları
bile bir pabuça 600 700 lira vermeyi gerektirdiğinden bu stantlardan uzak
durmayı tercih ettim. Ne de olsa ayağımda Speedcross 4 vardı.
Speedcross 4 ve bu parkur için
ayakkabı seçimine ayrıca değineceğim.
Vehlasıl, fuarı gezip İzmir’den
gelen diğer takımlarla selamlaştıktan sonra kendisiyle internet üzerinden
söyleşi yapmış biri olarak son derece sıcak ve mütevazi bir adam olan Aykut
Çelikbaş ile yüz yüze de tanıştım. Bir de yazmış olduğu Ultra Kitap’ı
imzalattım. Tabi bu ultra efsanesi ile fotoğraf da çekilmeyi ihmal etmedim.
Bu fotoğraftaki göbek konusuna hiç girmeyelim, üzerim. Bakın geçin. J
Günü gezerek bitirdikten sonra
sabahki koşuya dinç olmak adına erken erken odalarımıza çekildik. Sabah 10’da
startın verilecek olmasından mı, bize rahat rahat mükellef bir kahvaltı imkanı
tanıyor olmasından mı bilmem çok keyifle, huzurla uykuya daldım. Sabah kalkıp
kahvaltıda Tunç ile buluştuk, otelde Ankara’dan Bekir hoca ile karşılaşıp
parkur hakkında biraz sohbet ettik. 25 den sonra dikkat edin demesine pek bir
anlam veremedik o ara, zira bize göre yarış 15. km’lerinde kadar tırmanışla
geçiyordu, sonra uzun bir iniş ve sonra in çıklarla devam ediyordu. Yani 25’i
gördük mü iş bitti diye düşündü bu satırların sahibi saf.
Zira 1.90 boy 93 kilo olarak
yokuş aşağı freni patlamış bir kamyon gibi inebilen benim yüzeye temas eden
ayaklarımın 48,5 olması sebebiyle pek öyle düşme olayım da olmazdı. O sebeple
tırmanış bittiyse yarışın 3 de ikisi, zorlu bölümü bitmiştir benim için her
zaman. Bu düşüncelerle start noktasına giderken öncesinde kahve içmek için bir
mekana girdik. Sırtımda 1.5 litre su torbası, yanlarda yarımşar litreden 1 lt su
mataraları ile daha çok 120k’cı gibi göründüğüm için olsa gerek (onlar yaklaşık
2 saat önce start almışlardı), bir tecrübeli elemanın “bunlar ne hacı” sorusu,
gün içinde yaşayacaklarımın ve parkura ve trail işine ne kadar uzak olduğumun
sinyalleriydi desem sanıyorum abartmamış olurdum.
Su dedim adama, “arkada ne kadar
var” diye sordu, soruşundan fazla bulduğunu anladığım için yalan söyledim, 1
litre dedim. “Naptın sen ya, istasyon diye bir şey var, niye taşıyorsun
bunları, zaten irisin, istasyondan dolduracaksın, buradan taşımayacaksın” dedi
bana. O sakallı, biraz artiz kardeşin önerisiyle ceplerdeki 1 litreyi
omuzlarımda taşıyacağıma midemde taşıma gibi bir yorumlama ile yarım saat
içinde 1 litre suyu gövdeye indirdim.
Artık hafiflediğime göre düzlerde
maraton hedefim olan 5.40 ortalama pace ile gider, inişlerde sakatlanmamak
adıma en fazla 5 pace ile devam eder, tırmanışlarda ise işte 9 pace gibi bir
hıza düşerim diye plan yaptım. Gülmeyin demiş miydim? Tabi çok dik yerlerde de
asgari düzeyde de yürüme planım var ama bunu çok dillendirmiyorum, zira “ultracılar
yürüyo yae” ekolünden gelen bir zatı muhteremim.
Bu düşüncelerle startı verdik ve
yaşayacağım en uzun, en zorlu, en yıpratıcı koşu deneyimim başlamış oldu.
Öncelikle şunu belirteyim
işaretlemelerden endişe ediyordum, bir kez bile tereddüte düşmedim. Bunda en
kalabalık etabı koşuyor olmam, gündüz gözüyle yol alıyor olmamın da büyük payı
var evet ama her dönemeçte her çatalda işaretler var mı diye özellikle bakarak,
görerek yol aldım. Bu anlamda parkur işaretçi gönüllülere özellikle selam
ederim.
Bu şekilde başladık koşmaya ama
direk yokuşla başladığımız için çok da kasmadan devam ettim. İbrahim paşa
birinci CP noktasına geldiğimde, burada bir parantez açayım, yamanlar eşek
çukuru 300 elevli, içinde 1 km ayrın rampası dediğimiz sağlam bir tırmanışı
olan, inişli çıkışlı bir parkuru, kendimizin oluşturduğu iki istasyon ile 3 kez
dönerek 31 km’yi 3 saat 23 dakikada tamamlamıştım. Bu sebeple Cappadocia’da son
7km’yi 7 pace gitsem bile aşağı yukarı 4 saat 11 dakika civarı bir perfomansla
tamamlayabilirim diye kabaca bir matematik yaptım. Hadi yarış ortamı, parkur
değişik falan 4.30 benim için ideal bir hedef olmuştu.
İbrahim paşa istasyonuna
geldiğimde bu hedefim hala yerinde duruyordu, sadece biraz daha hızlanmam
gerekti. Yokuşlar başlamıştı nasıl olacaktı o bilmiyordum ama durum buydu.
İstasyonda kola içtim, tuvalet ihtiyacımı giderdim, biraz da tuzlu kraker yiyip
fazla oyalanmadan yola koyuldum. Ancak istasyondan çıkar çıkmaz göğüs kafesimin
sağ yanına bir ağrı girdi. Bu esnada max nabzı 180 olan 43 yaşında biri olarak
160 nabız ortalama ile koşmaya özen gösteriyor, inişlerde de çıkışlarda da 160
170 nabız aralığını muhafaza ederek koşuyordum. Bu ağrı biraz beni ürkütünce
nabzı düşürmeye karar verdim ve yürümeye başladım. Nabız 140 lara inince ağrı
da geçince tekrar koşmaya başladım ama bu bana yürü koş yaptığım, ancak koşarak
geçmem gereken 2 3 km kaybettirdi. Bu şekilde tırmanışlara devam edip 15
sonrası başlayan meşhur inişlere, vadilere dalışlara geldi sıra. İnişi iyi
olan, bacak boyu uzun bir koşucu olarak önündekini geçmenin zor olduğu yerlerde
seri bir spor otomobil gibi önümdekinin arkasına iyice yanaşıyor, rüzgar
koridoruna giriyor, ilk gördüğüm açıklık, boşlukta önümdekini ekarte ediyordum.
Öyle ki V şeklinde yarıkların
içinde koşarken zemine anca bir ayağın sığacağı kadar dar duvarlar arasında
giderken sol duvardan sağ duvara zıplayarak önümdekileri çapraz geçişlerle,
makas atarak elemine ediyordum.
Her şey güzeldi de bu zemini
takip etme, basacak yeri belirleme, o sıra önümde bitiveren ağaçların
dallarından eğilmeler, vadi inişlerindeki merdivenler, 1.90 boyunda biri olarak
tamamen eğilsem bile geçmekte zorlandığım yerden nerdeyse en fazla 1 metre
yüksekliğindeki mağara tünellerden geçerek iniyor ve düzlüklerde koşuyor olmak
benim siniri bozmaya başlamış, tempomu bozmuş, mental olarak beni sarsmış
vaziyetteydi.
Bu esnada istediğim tempoyu ama
trafikten, ama zeminin oynaklığı nedeniyle tutturamamam ve dilediğim gibi
koşamadığım için hedef süremin şaşıyor olması asabımı bozmaya başlamıştı. Evet
eşek çukurunda koşmuştuk, hazırlanmıştık ama orası stabil toprak yoldu, burada
ise yol namına bir şeyi bırakın, zemin yoktu.
Bu şekilde ikinci CP’ye
geldiğimde yine yaptığım gibi tuzlu krakere, kolaya, sodaya ve helvaya
saldırdım. Zira hem acıkıyordum hem enerjim kalmamıştı. Burada da fazla
oyalanmadan ve asla oturmadan yola koyuldum ama artık koşmak istemiyordum. Kafa
olarak 4.30’luk hedefin kaçtığının bilinci beni bozuyordu. 5 saat hedefi ile
yola devam ettim. Ama artık o yokuş demektense duvar dediğim yerleri görünce
söylenmemin yerini küfürler almaya başladı. Neymiş efendim ultracılar yürüyo
yaee, evet ne ilginç ultracılar yürüyor ama ben yürüyemiyordum. Evet yürüyerek
çıkmam gereken, bunu yaparken ellerimi de kullanabileceğim diklikte yerleri
tırmanırken nabzımın 170’leri vurması nedeniyle arkamdan gelen “yürüyen ultracı”yı
engellememek için kenarı geçip bekliyordum. Bu esnada saati durdurmaya
başladım. Total zamanı zaten yarış saati tutuyordu, ben en azından aktif
hareket ettiğim yerleri kayıt altına almak istiyordum. Bu sebeple CP’lerdeki
molalarımda da saatimi durdurmuştum. Bu şekilde 60k ekibinin bizim parkura dahil
olduğu bölümlerde 60k ekibi ile konuşma sohbet etme imkanım oldu. Benim önümde
10k, onların önünde ise aşağı yukarı 20k mesafe vardı. 28. km’de, Akdağ eteği
sanırım, dur kalk’lı yürüyüş sonunda 30.90 da o tırmanma etabını tamamladım ve
saati durdurup kayanın üzerinde vadiyi seyre daldım.
Madem hedefler kaçtı, 5 saat de
yalan oldu, o zaman önemli olan sağlık ve keyif deyip manzaraya verdim kendimi.
Japon turistlere el bile sallıyordum, o derece rahat.
Burada geçirdiğim 3, 4 dakika
sonra takım arkadaşlarım Nevzat ve Evren geldiler. Ali ile Tunç zaten startta
kopup gitmişlerdi. Haydi dediler, kalktım onlarla beraber sohbet ede ede
koşmaya başladık. O sıra saatim 30.90 km’de, ortamala pace ise 8.08
gösteriyordu. Önümde alışık olduğum düz bir iniş görünüyordu.
5.40 5.50’lik bir ritim ile önlü
arkalı iniyorken bu temponun 8.08’lik o anki total ortalama tempoya katkısını
düşünüyor, 7.50 olursa ne güzel olur diye yüzümde gevrek gevrek gülümseme ile
tekrar yarış havasına girmiş hissediyordum kendimi. Bu şekilde 2.5k koştuktan
sonra saate baktığımda gördüğüm 8.08 bana o kaya üzerinde saati durduğumu ama
bir daha çalıştırmadığımı hatırlattı J
O Usain Bolt gibi uzun
bacaklarımı yaylandıra yaylandıra, uzun uzun, aça aça yaptığım 5.40’lık iniş
saatime bir oya gibi işlenecekken, sadece yarışma saatinde bir ayrıntı olarak
kalacaktı. Bunun demorilazasyonu ile 35. km’de Nevzat ile Evren’i bir yokuş
başında uğurladım. Koşmayı bırakın yürümek bile zul geliyordu artık.
Bu şekilde yürüyerek koşarak
finişe doğru yaklaştım. Arnavut taş yollara girince biraz da finişe gelmiş
olmanın şevki ile koşmaya başladım ve finiş takına doğru açtım pergellerimi.
Ali gelmiş, Tunç kenarıya yerleşmiş beni bekliyorlardı. Ali kaptan ile çak
yapıp bu güzel anı Tunç kaptan eliyle ölümsüzleştirdikten sonra 5 saat 34
dakikalık bünyemde karşılığı eziyet olan nefis parkuru tamamlamış oldum.
Sakatlanmadan bu parkuru bitirmiş
olmam büyük başarı onu belirteyim. Çünkü 2018 yılı toplam koşu mesafesi 1700 km
olan ve maratonu 3.49 ile koşmuş, benden 10 yaş genç Tunç 4.34 ile 38k’yı
tamamlarken, 2018 yılı 600 km toplam koşu mesafeli 43 yaşında biri olarak 5
saat 34 dakikalık performansıma şükretmem gerektiğini sonradan idrak ettim.
Çünkü hazırlanmamıştım, çünkü hazır değildim, çünkü antrenman yapmamıştım ve bilmediğim
bir alanda bilmediğim bir coğrafyada bilmediğim bir tarz olan patika koşusu
yaptım. Bu şartlar altında 5 saat 34 dakikayı düşününce ne kaa ekmek o kaa
köfte’nin canlı timsali olan koşu sporuna ve kendime haksızlık yapmamak en
doğrusu diye düşündüm.
Sadece seneye hesabı görülmek
üzere Aykut Çelikbaş ile çektirdiğim fotoğrafta görülen o koca göbeğimden
kurtulmuş, kilomu 93’den 86 ya çekmiş, ekim ayı itibari ile yıllık koşu
mesafesi 1500 üzerinde çıkmış bir Alpay olarak Cappadocia ile görülecek olan
bir hesap açtım. Bunu da buradan kendime ilan etmiş olayım.
Finişteki ambians, soyunma
çadırları, masaj imkanı ve en önemlisi taze fasulyeli, kıymalı soslu, makarnalı
kolalı finisher menüsü ile Salomon Cappadiocia Ultra Trail organizasyonu
yazının başında saydığım yerlerde koşma isteğimi bir nebze törpüledi diyebilirim.
Zira benzer duyguyu ve tatmini burada yaşattılar bana. Elbette ki bu
organizasyonlara katılmamış biri olarak neyin kıyasını yapıyorsun hacı
diyebilirsiniz, ancak kıyas yapmıyorum, demek istediğim o yarışlara katılırsam
duyacağımı düşündüğüm tatmini Salomon Cappadocia Ultra Trail’de aldım. Bunun
altında da Argeus’un profesyonel operasyon yeteneği ve gönüllü takımı
üniversite öğrencilerinin büyük çabası bulunuyor diye düşünüyorum. Gönüllü
takımına buradan tekrar selam ederim. Evet pek yarış raporuna benzemedi
farkındayım. Lakin benim yarış raporum da koşum gibi işte, başlangıcı ayrı sonu
ayrı J
Ha eğer 119k koşan bir
tanıdığınız varsa gelmesini beklediğiniz saatte kalkın o insanları karşılayın.
Organizasyona önerim de gece orda finişte de sırf işi gelen kişiyi alkışlamak
olan gönüllüler bulması yönünde. 119k koşup 3-4 tane hakemin görevlinin
beklediği finişe girersem oturur ağlarım ben. Böyle düşündüğümüz için gece 1’e
kadar Ali, Tunç ve ben 119k koşucularını karşılayıp alkışladık. Sanırım koşmasam
da doğru düzgün, gece o finiş takının hakkını verdim diye düşünüyorum. Seneye
görüşmek üzere…
XAyakkabılara gelince, Speedcros
4 zemin tutuşu iyi ama yastıklaması zayıf bir ayakkabı. O sebeple Kapadokya
gibi sert zeminde daha farklı bir trail ayakkabısı ile koşmak daha doğru diye
dşünüyorum. SLab ya da benzerleri. Hiç kayıp düşmedim evet ama şuan ayaklarımın
altı falakaya yatmış gibi…
Koşmuş kadar oldum kaptan, ana fikiri de aldım *ne ekersen onu biçersin " Tebrikler ��������
YanıtlaSilAynen öyle kaptan. Pek bir şey ekmedim bu sene, haliyle biçtigime fit olmaliyim 😊
YanıtlaSilKoşmak koşu sırasında biriktirdiğin acıların ertesi günü patlaması; üzerinden birkaç ay, yıl geçtikten sonra bütün acıları unutup duyduğun nostaljik hazdır.
YanıtlaSil"Carpe diem" böyle bir dilektir. Yaşadığın anda kal yaşadığın acıyı da hazzı da derinlemesine hisset. Böylece tekrar anımsayacak bir iz kalsın.
Keyifle okudum. Tebrikler.
O nostaljik haz fazlasiyla var. Carpe diem evet ama kahrolasi hedef koyma hastaligimdan hic kurtulamiyorum. Sırtta yük 😊 duygumu geçirebildiysem okuyana ne mutlu bana, selamlar yucel hocam...
Sil